KÖPRÜBAŞILI YAZAR M.
NİHAT MALKOÇ, MAKALE YARIŞMASINDA TÜRKİYE
BİRİNCİSİ OLDU
Anadolu
Gençlik Derneği tarafından Türkiye genelinde bütün yazarlara yönelik
"Bugünümüz, Yarınımız, Dünyamız" konulu bir makale yarışması
düzenlendi. Söz konusu makale yarışmasında Köprübaşılı yazar M. Nihat Malkoç "Milenyumun
Çeyreğinde Dünyanın Hâl-i Pürmelâli" adlı yazısıyla Türkiye Birinciliği
Ödülü kazandı. Aynı yarışmada Rümeysa Betül Cebeci ikinci, Burak Kabakçı da üçüncü oldu. M. Nihat Malkoç, ödülünü 06 Ekim 2018 tarihinde
Ankara'da Milli Gençlik Vakfı Genel Merkezi'nde düzenlenen törende aldı.
Kendisini tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz. Malkoç'un altı sayfalık uzun makalesini
dikkatlerinize sunuyoruz:
MİLENYUMUN İLK
ÇEYREĞİNDE DÜNYANIN HÂL-İ PÜRMELÂLİ
M.
NİHAT MALKOÇ
Karıncaların
devasa filleri omuzlarında taşımaya mecbur ve mahkûm olduğu bir acayip dünyada
yaşıyoruz. Kanaryalar bin bir başlı
kartalları taşımaya zorlanıyor.
Güçlülerin güçsüzleri acımasızca ezdiği ve hor gördüğü bu dünyada gerçek
huzuru yakalamak hayaldir.
Maddenin
mânâya hükmettiği bu çağda akılları gözlerinde olanlar, her şeyi kirletiyor.
Sevgi ve muhabbetin kırıntılarını bile gönüllerinden silip süpürenler dünyayı
tıpkı kalpleri gibi taşlaştırmanın peşindeler.
Onlar ki hikmeti hayatlarından kapı dışarı etmişlerdir.
Zamanımızda
insanlar birleştirilecek yerde ayrıştırılıyor; kıymetlendirilecek yerde
aşağılanıyor, eldekiler paylaştırılacak yerde tekelleştiriliyor. Helâl haram
demeden her bulduğunu yiyenler, başkalarını aç bırakıyor. Bu çağın
haramzadeleri kendileri üşümesin diye dünyayı yakmaktan çekinmiyorlar. Bu çağın
kapitalist efendileri kendileri dışındakilere köle muamelesi yapmaktadır. Onlar
ki bütün ahlâkî kriterleri yerle bir etmişlerdir.
Yerli
değerlerin derdest edildiği ve yozlaştırıldığı, Batılı değerlerin el üstünde
tutulduğu bu çarpık yüzyılda aklın bütün devreleri yanmış, akıl adeta devre
dışı bırakılmıştır. Modern putçuluk köşe başlarını tutmuştur. Ar damarı çoktan
çatlamıştır. İffetsizlerin itibar gördüğü, namusluların horlandığı bu çarpık
zamanda düşman da dost da belli değildir. Usta şair Abdurrahim Karakoç bu çağın çirkin fotoğrafını önümüze koyarak
şöyle diyor: "Önümüz çileydi, arkamız cefa/Bir gün semtimize basmadı
sefa/Mürşidin, müridin günde beş defa/Günaha girdiği çağda yaşadık.//Kimi hak
adalet gördü düşünde/Kimi devlet kuşu buldu başında/Vatanseverlerin vatan
dışında/Hasretlik sürdüğü çağda yaşadık./Göz yumup izine düştük Batı'nın/Tuttuk
kuyruğundan haçlı atının/Pamuk yumağının, tüyün, tütünün/Nice baş yardığı çağda
yaşadık.//Görün hâlimizi biz insanların/Tutsağı olmuşuz suizanların/Her zaman
her yerde Müslümanların/Müslüman kırdığı çağda yaşadık."
Günümüzde
insanların ayağını kaydırmak, rahatlarını bozmak, fitne fesat sıradan işlere dönüşmüştür.
Bütün dünyada ciddi bir ahlâk depremi yaşanıyor. Etik kurallar hayatın dışına
itilmiş. Kimse kural kaide tanımıyor. Herkes kendi kuralını koyuyor. Empati
kültürü işletilmiyor. Bu çağda yanlış
doğruya, çirkin güzele, kötü iyiye dadanmış. Bu ve bunun gibi aykırılıklarla
cennet misali dünyamızı ne yazık ki kendi ellerimizle cehenneme döndürüyoruz.
Zamanımızda
hayatımıza yön veren sevgi, saygı ve adalet gibi birçok kavramın içi
boşaltılmıştır. Kimse kimseyi uyarma lüzumu duymuyor. "Bana dokunmayan
yılan bin yaşasın" anlayışı revaçta. Günün 24 saatinde adeta bir polis
gibi yanı başımızda duran; hâl, hareket
ve tavırlarımızda bizi denetleyen vicdan mekanizmaları hakkıyla işletilmiyor.
İnsanlar "bizden olanlar", "bizden olmayanlar", "bizim
gibi düşünenler", bizim gibi düşünmeyenler" diye kategorize edilmiş.
Kadın erkek ilişkilerinde bütün sınırlar ortadan kaldırılmış.
Adalet Mülkün Temelidir
Her
şeyi layık olduğu yere koymak anlamına gelen adalet İslâm'ın en çok önemsediği
kavramların başında gelir. Adalet
huzurun, güzellik ve erdemin membaıdır. Adil insan hükmünü verirken eşine,
dostuna ve akrabasına karşı duygusal davranamaz. Merhamet duyguları kişiyi
adaletsizliğe götürmemelidir. Kayırmacılık adaletin önündeki en büyük engeldir.
Adalet hiçbirimizin tekelinde değildir. Adalet dağıtanların bunları göz önünde
bulundurması ve vicdanî kanaatlerini bunlara göre irat eylemeleri gerekir.
Adalet savaşta da barışta da gerekli
bir kavramdır. Geçiş dönemi eserlerinden Kutadgu Bilig'de adalet kavramı üzerinde
durularak şöyle denir: “Sen
adaletle (doğrulukla) Tanrı’nın sevgisini kazanırsın; halka kızıp onlara karşı
adaletten (doğruluktan) ayrılma.” (beyit: 5598)
Hayatın olmazsa
olmazlarının başında gelir adalet. İnsanlar aç yaşamaya tahammül etse de adaletten
yoksun bir ülkede yaşamaya tahammül edemez. Çünkü adaletin olmayışı kişinin
ruhunu acıtır; hayatın dengelerini alt üst eder; kötüleri cesaretlendirir.
Adalet
hayatın sigortasıdır. Dünya adaletin omuzlarında yükselir. Hayat bedense adalet
o bedene can veren ruhtur. Nasıl ki ruhsuz beden ceset hükmündeyse adaletsiz
bir hayat da kokuşmaya namzet ceset hükmündedir. Mevlâna'nın,
“Adalet nedir? Ağaçları sulamak... Zulüm nedir? Dikene su vermek.. Adalet bir
nimeti yerine koymaktır, su emen her kökü sulamak değil... Zulüm ise bir şeyi
konmaması gereken yere koymaktır” sözleri adaletin hakikatte ne ifade
ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bunun yanında hulefa-i raşidin'in
ikincisi Hz. Ömer'in " Adalet mülkün temelidir" vecizesi aslında her
şeyi özetlemektedir.
Adaletle
ilgili ibretamiz anekdotlardan birisi de Kanunî Sultan Süleyman'la ilgilidir.
Kanunî Sultan Süleyman'ın dönemin şeyhulislamı Ebu Suud Efendi'ye sorduğu
“Meyve dalına konsa bir karınca/Vebali olur mu karıncayı kırınca?” sorusuna, “Yarın Hak divanını
kurunca/Kanunîden hakkın alır karınca” şeklinde cevap vermesi ne kadar da
manidardır. Bu çarpıcı cevap adalet ve doğruluğun makam ve mevkiyle daha da
önem kazandığını gösterir.
Mazlumların
çığlıkları dünyanın temellerini yerinden oynatabilecek kadar güçlüdür. Onun
içindir ki adaletin gücü yerine, güçlünün adaleti ikame edilirse kıyamet yakın
demektir. Çünkü böyle bir ortamda hayat çekilmez bir hâl alır. Diriler ölülere
gıptayla bakar.
İnsanlar
adalet mefhumunu hayatlarının her tarafına yaymalıdır. Önce adaleti evde
sağlamak lâzım. Bu, çocuklara karşı tutumlarımızda kendini göstermelidir. Bu
çerçevede kişi bütün çocuklarına ve eşine eşit ve adil davranmalıdır. Adaleti
kılavuz edinmelidir.
Adaletin
olmadığı yerde zulüm vardır. "Dünya dört
şeyin üzerinde durur: Bilgelerin ilmi, yücelerin adaleti, haklıların duası ve
yiğitlerin cesareti" diyen Frank Herbert ne kadar da haklı. Bugün bu dört
ayaklı sehpanın adalet ayağı topalladığı için bir hayli sıkıntılar
yaşanmaktadır. Bu ayak yere sağlam basmadıkça insanlık aradığı huzuru
bulamayacaktır.
Zorbalık adaletin ödünde taştan bir
duvar gibidir. Bu çirkin ve kaba duvar ortadan kaldırılmadıkça insanlığın
özlemle beklediği saadet güneşi doğmayacaktır. İnsanlık göğündeki kara
bulutları dağıtan adalet rüzgârıdır. Bu rüzgarın önünde hiçbir engel duramaz.
Zamanımızda güçlüler
güçsüzleri tahakkümleri altına alarak adaleti ıskalıyor. "Büyük balık küçük balığı yutar"
anlayışı hayatımızın her yanına sirayet etmiş ne yazık ki. Bu durum kula kulluğu
da beraberinde getirir. Kula kulluğun olduğu yerde şahsiyet firar eder.
Ülkeler
adaletle büyür, serpilir, bir çınar misali dal budak verir. Onun yokluğunda
gönül bahçelerini ayrık otları istila eder. Ülkelerini adaletle ve hakkaniyetle
yönetenler daima saygı ve itibar görür. Tarihte bunun nice örneklerine şahit
olmuşuz. Bunun en bariz örneği Osmanlı Devleti'dir. Osmanlı'nın üç kıtaya
adaletle hükmetmesi onu bir dünya devleti yapmıştır. Adaletten ayrılan nice
devlet(çik) tarihin çöp sepetinde yerini almıştır.
Adalet
bir sistem meselesidir. Ülkemizde yargı organlarının iş yükünün fazla olması
adaletin işleyişini sekteye uğratmaktadır.
Yargılamaların makul sürelerde bitirilmemesi adaletin gecikmesine yol
açmaktadır. Malumdur ki geciken adalet adalet değildir.
Adalette
zamanlama elzemdir. Çünkü adaletin askıda olması muhataplarını fazlasıyla
rencide eder. Adalet yerinde ve zamanında dağıtılırsa muhataplarını mutlu eder.
Onun eksikliği yüreklerde derin boşluklar bırakır. Türkiye'de ve dünyada her
geçen gün insanlar adalete olan güvenlerini kaybediyor. Çünkü adaletin gücü
yerine, güçlülerin adaleti(!) ikame edilmeye çalışılıyor. Bu da psikolojik
olarak ciddi travmalara neden oluyor.
Adalet
lafta kaldıkça insanlar beklediği huzura ve güvene kavuşamayacaktır. Halife Hz.
Ömer'in "Adalet mülkün temelidir" sözü mahkeme duvarlarında hâlâ
yazılı olsa da vicdanlardan çoktan silinmiş. Onu yüreklere yazdığımız gün
bahara ermiş olacağız.
Adalette
zamanlama çok önemlidir. Adalet hiç geciktirilmeden sahibine iade edilmelidir.
Zira adaletin gecikmesi yeni adaletsizliklere kapı aralar. Bir ülkede adalet
kuvvetli, kuvvetliler de adaletli olmazsa orada zulüm egemen olur.
Unutulmamalıdır
ki adalet ancak hakikat toprağında filiz
verir. Yalan ve dolan toprağında ayrık otları yetişir. Bizler “Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları
kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahman’ın yanında nurdan
minberler üzerinde ağırlanacaklardır.” diyen yüce bir peygamberin ümmetiyiz. O
peygamber ki "Haksızlık
karşısında susan dilsiz şeytandır" diyerek bize örnek bir duruş
göstermiştir.
İslâm tarihi adaletin baş tacı edildiği
birbirinden ibretli nice örnek hadiselerle doludur. Hz. Ali'nin "Haksızlık
önünde eğilmeyiniz. O zaman hakkınızla birlikte şerefinizi de
kaybedersiniz" uyarısı bize hayatımızın yol haritası konusunda fikir
vermektedir.
Yüce
Rabbimiz her cuma hutbeden okunan ve hafızalarımızda yer eden şu ayette
adaletin önemine vurgu yapar: "Şüphesiz
Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan
(fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir,
umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz." (Nahl 90)
Adalet
bir inşirah neşvesidir. Vaktiyle gördüğüm ve yaşadığım adaletsizlikler
karşısında "Adalet Firarda" başlığı altında şu dörtlükleri kaleme
almıştım: "Ne garip
zamandır yaşadığımız/Adalet firarda, hukuk müebbet/Vicdan tek celsede boşadığımız/Adalet firarda, hukuk müebbet//Sermaye,
fakiri sömürür durur/Haramla beslenen, semirir durur/Uyuz it kemiği, kemirir durur/Adalet firarda, hukuk müebbet//Bu çağ bozulmuştur, bağrı yaradır/Belki kanserlidir, belki saradır/Maskeye inanma, yüzler karadır/Adalet firarda, hukuk müebbet//Töreler bozuldu, ahlâk çürüdü/İnsanları para hırsı bürüdü/Sabır tökezledi, öfke yürüdü/Adalet firarda, hukuk müebbet//Bulandı duru su, bozuldu maya/Kâbuslara döndü, gördüğün rüya/Maskeleri düştü, döküldü boya/Adalet firarda, hukuk müebbet"
Dünyada bunca çirkeflik ve
adaletsizlik yüreklerimizi sızlatırken ölümün, cehennemin ve ilâhî adaletin
varlığıyla teselli buluyoruz. Mahkeme-i kübra mazlumların kurtuluş beratı
olacaktır. Kimseye yaptığı kötülükler yanında kâr kalmıyor. Dünyalıklar için
insanlığını kaybedenler ve insanlara zulmedenler ilâhî adalet karşısında dut
yemiş bülbüle döneceklerdir. "Her kim zerre
kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her
kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir."(Zilzal 8-9) ayeti bizleri
rahatlatıyor. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ağzını açmış halde
sabırla onları beklemektedir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Hayat bir imtihandan ibarettir.
Dünyalıklar için adaletten ayrılıp ahiretini satanlara yazıklar olsun. Onlar
cehennemin yakıtları olmaya namzettir. Onların yaptıkları yanlarına kâr
kalmayacaktır. Üç günlük dünya böyle bir neticeye değer mi? Bir düşünün!...
Dünyadaki bütün zorbalara ve
zorbalıklara karşı bizi adalet
kurtaracaktır. Ona sarıldıkça uçurumlardan uzaklaşacağız. Yine vaktiyle adalet
üzerine kaleme aldığım dörtlükleri paylaşmak istiyorum: "Mizanı berk tutar, hakikat söyler/Vicdandan gönüle akar
adalet…/Eşittir gariple ağalar, beyler…/Hak penceresinden bakar
adalet…//Hukuksuzluk kıştır; boran, tipidir/Adalet kurtuluş, Hakk’ın
ipidir /Karanlığa doğan ışık gibidir/Gönül göğümüzde çakar adalet…//Adalet
ölmüşse kokmuştur zaman/Ümitvar gönülde tükenir güman? /Kaplar ruhumuzu
zifiri duman/Sana pek yakışır vakar adalet…Seninle ruhuma inşirah
iner/Mazlumların kızgın gözyaşı diner /Dünyaya Ömer’in kokusu
siner/Yolsuzu yoluna sokar adalet…//Sözler anlatamaz gül cemalini/Değişmem bir
şeye dost kemâlini/Vasfedemez kalem vakûr hâlini/Goncagül misali kokar
adalet…"
Sömürü
Emek Gaspının Tezahürüdür
Hayat
emek-nimet dengesi üzerine cereyan eden bir süreçtir. Atalarımızın "Emek
olmadan yemek olmaz" sözü bu dengenin tezahürüdür. İslâm inancında emek
kutsaldır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz "İşçinin hakkını alnının
teri kurumadan veriniz" demiştir.
Dünyadaki
hakim güçler asırlardan beri sömürü çarkını alçakça döndürüyorlar. Güçlünün
güçsüzü ezdiği bu düzende çark döndükçe mazlumlar değirmenin o devasa taşı
altında un ufak oluyor. Bu durum bize Üstad Necip Fazıl'ın şu beyitlerini
hatırlatıyor: "Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;/Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul//Bu taksimi
kurt yapmaz kuzulara şah olsa;/Yaşasın,
kefenimin kefili karaborsa!"
Küresel sömürünün elebaşları
servetlerine servet katarak daha da büyürken, çoğunluğu teşkil eden
garibanların yaşam standartları dibe vurmaktadır. Zenginlerle fakirler
arasındaki makas her geçen gün daha da açılmaktadır. Bu durum sosyal adalet
dengesini bozmaktadır.
Kapitalist dünya açgözlülükte sınır
tanımamaktadır. Dünyaya hükmeden zenginler, yoksulların elindekileri de hile ve
düzenbazlıklarla almaktadır. Onlara açlığı ve ölümü reva görmektedirler. Bugün
dünyada 80 tane büyük zengin ailenin varlığı üç buçuk milyar kişinin varlığına
denk gelmektedir. Böyle bir düzende insanların huzur ve sükûndan bahsetmesi
hayaldir. Yedi milyara dayanan dünya nüfusunun sadece yüzde 1’inin, yüzde 99
nüfusun servetine eşit bir servete sahip olması mevcut çarpıklığı göstermek
için kâfidir.
Günümüzde
vicdanını yitirmiş emperyalist küresel dünya düzeni zengini daha zengin
yaparken, fakiri daha fakir hâle getirmektedir. Dünyada açlık ve yoksulluktan
her yıl milyonlarca kişi hayatını kaybederken zenginler bu durumu olağan kabul
etmektedir.
Bugünün
kapitalist dünyası bir kurtlar sofrasına dönüşmüştür. Bu sofrada tavşanlara
düşen şey kurtlara yem olmaktır. Bu sofradan onların kursaklarına bir lokma
bile inme ihtimali yoktur. Böyle bir ortamda mutluluk ancak bir hayalden
ibarettir. Bu hususta Charles Bukowski'nin şu suali ne kadar
anlamlıdır: "Sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesiyle uyanıp
yataktan fırlayan, giyinip zorla bir şeyler atıştıran, diş fırçalayan, saçını
tarayan, başka birine büyük paralar kazandırdığı bir yere ulaşmak için trafikle
boğuşan ve tüm bunlara sahip olma fırsatı bulduğu için müteşekkir olması
istenen biri hayattan nasıl keyif alabilir?"
Dünya, aslında içinde yaşayanlara
yetecek bir potansiyele sahiptir. Tek sıkıntı zenginlerin paylaşmaya
yanaşmaması ve açgözlülüğüdür. Bunun içindir ki bugün 300 milyonu çocuk olmak
üzere, 800 milyon insan açlığın pençesinde hayata tutunma mücadelesi veriyor.
Bu insanları açlığa sürükleyen şey obur bir kişinin bin kişinin payını
almasıdır.
Kapitalizm insan emeğine düşmandır.
Amerikalı İktisatçı Paul Samuelson'un "Bir ülkede fakirlerin, bebeklerin
içeceği sütü, zenginlerin köpekleri içiyorsa o ülkede kapitalizm
hakimdir." sözü vahşi kapitalizmin çirkin yüzünü bütün çıplaklığıyla
teşhir etmektedir.
Savaş Öldürür, Barış Yaşatır
Yaşlı dünyamız, insanın var
oluşundan bugüne kadar bir türlü özlediği barışı ve huzuru sağlayamadı. İlk
insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'in çocuklarından biri olan ve kardeşi
Habil'i öldüren Kabil'den beri şiddet, nefret ve öfke bir türlü durmuyor.
Nice asırlardan beri devam eden
savaşlar hayatı yaşanmaz bir hâle getiriyor. Tarih boyunca savaşsız geçen bir
yıl görülmemiştir. Öyle görülüyor ki bu kötü gelenek kıyamete kadar devam
edecektir. Peki insanların diyalog yerine savaşı seçmesi nedendir?
Bugün
dünyada dehşetli bir silahlanma yarışı hüküm sürmektedir. Ne acıdır ki halkı
sefalet içinde olan geri kalmış ülkeler bile bu çirkin yarışa iştirak
etmektedir. Ermeni besteci Aram Tigran’ın şu sözünü çok severim. Tigran
şöyle diyor: “Dünyaya bir daha gelsem;
ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna
yapacağım.'”
Savaşlar güç gösterisinin, şahsî
egoların, paylaşma duygusundan yoksunluğun ve açgözlülüğünün tezahürüdür. Tarih boyunca hiçbir savaş barışa kapı
açmamıştır. Bertrand Russell'in "Savaş kimin haklı olduğuna değil,
kimin güçsüz olduğuna karar verir. " sözü savaşların savaşanları
getirdiği noktayı göstermesi açısından kıymetlidir. Bu noktada Gaius Cornelius
Tacitus'un "Kötü bir barış,
savaştan daha iyidir." sözü de zikredilmeye değerdir.
Ahir zaman insanları olarak çok zor
zamanlardan geçiyoruz. Merhametin pabucu yoktan dama atılmış. Yaratılanların en şereflisi olan insan,
vicdanını kaybedince tam bir vahşiye dönüşüyor; önüne geleni yakıp yıkıyor.
Savaşlar yarınlara dair umutlarımızı kırıyor. Birileri nefret orucunu kanla
açıyor. Misket oynaması gereken çocuklar
misket bombaları altında son nefesini veriyor. Bunu gördükçe insanlığımızdan
utanıyoruz.
Savaşlar aslında zorbalığın ete
kemiğe bürünmüş şeklidir. Diyaloğun bittiği yerde başlar savaşlar. O noktaya
gelene kadar yapılması gereken çok şey vardır aslında. Fakat nedense o
aşamaları denemek yerine, hemen silahlara sarılır insanlar. Netice malum...
Dünyada hiçbir mesele savaşlarla
halledilmiş değil. Aksine savaşlar sorunları iyice karmaşık hâle getirerek
tabir caizse kangrene dönüştürür. Ölümü sıradanlaştırır savaşlar.
Dünyayı
yaşanmaz hâle getiren savaşlar en çok da tertemiz çocukları etkiler. Çünkü
onların saf yüreklerinde savaşların hiçbir mantıklı sebebi ve gerekçesi yoktur.
Geçmişten bugüne dek savaşların en ağır yükünü onlar taşıyor cılız
omuzlarında. Savaşlar yüzünden yetim,
öksüz ve bîçare kalıyorlar. Arka dağları yerle bir oluyor (z)amansızca.
Çocukluklarını yaşayamıyorlar. Çabuk
büyümek mecburiyetinde kalıyorlar. Açlığa mahkûm oluyorlar. Korkuyu, ümitsizliği ve sefaleti beraberinde
getiriyor şiddet ve nefretten beslenen savaşlar. Böyle bir atmosferde doğup
büyüyen çocuklar gelecekte, 'Üzüm üzüme baka baka kararır' misali böyle bir
dünya inşa ediyorlar. Böylelikle barış umutları bir başka bahara kalıyor.
Savaşlar çocukların minik
yüreklerinde tedavisi müşkül derin yaralar açıyor. Kötülük nedir bilmeyen bu masumlar
kötülüklerin hedefi haline geliyorlar. Bu travmalar öyle kolay ortadan
kalmıyor. Söz konusu durum kişinin hayata bakışını bile değiştiriyor.
Birilerinin iktidarı için çocukları
ateş ve barut arasında yaşamaya mecbur etmek insanlıkla bağdaşır bir durum
değildir. Çünkü bugüne kadar hiçbir savaşın müsebbibi çocuklar olmadı. İktidar hırsıyla çocukların kurulu
düzenlerini bozmak, onları anne ve babalarından, hatta dünyadan ayırmak
taşlaşmış kalplerin marifetidir(!)
Gülmeye en çok layık olan çocukların
tebessümlerini dudaklarından devşirmek, onları keder denizlerinde kulaç atmaya
zorlamak insanlığın tükendiğinin de bir işaretidir. O çocuklar ki gönül
bahçelerimizin gonca gülüdürler. Bu gülleri soldurmaya hiç kimsenin hakkı
yoktur.
Bugün Suriye'de, Irak'ta ve Filistin'de
ömürlerinin baharında oldukları halde karakışı yaşamaya mecbur edilen
çocukların yürek paralayan, kulakları tırmalayan, tüyleri ürperten
trajedilerine şahit oluyoruz. O masumların arşa yükselen feryat ve çığlıkları,
taşı bile yumuşattığı halde dünyayı yaşanmaz hâle getirenlerin taşlaşmış
vicdanlarını yumuşatamıyor ne yazık ki. Ne acıdır ki çocuklar büyüklerin neyin
kavgasını yaptıklarını öğrenemeden, adres sormayan kahpe kurşunlara hedef olup
bembeyaz kefenlere sarılıp ötelere uğurlanıyorlar.
Unutulmamalıdır ki zulüm asla
payidar olmaz. Zira Ebrehelerin filleri varsa mazlumların da ebabilleri
vardır. Dünyayı cehennem ateşine gark
edenlerin üzerlerine ateş yağmurlarının yağması uzak değildir. Allah
es-sabûr'dur. Allah'ın acelesi yoktur.
Geri Kalmışlığın Emaresi: Salgınlar
Tarihte salgın hastalıklar
insanlığın peşini bir türlü bırakmamıştır. Bu yüzden geri kalmış ülkelerin
birçoğunda toplu ölümler yaşanmış, bu da büyük acıları beraberinde getirmiştir.
Bu hastalıklar ülkelerin düzenlerini alt üst etmiş, ekonomik ve siyasî krizleri
de beraberinde getirmiştir. Hatta salgınlar yüzünden haritalar bile
değişmiştir.
Tarihte insanlar cüzzam, veba, AIDS,
kolera, menenjit ve grip gibi salgın hastalıklardan çok çekmişlerdir. Eskiden
cüzzamlılar lanetlenmiş insanlar olarak görülmüş, toplumdan dışlanmıştır. Hatta
uzak yerlere sürgün edilen cüzzamlılar tabir caizse kaderlerine terk
edilmiştir. Bu durum hastaların ruh dünyasında ciddi travmalara sebep olmuştur.
Salgınlar daha çok geri kalmışlığın
göstergesidir. Çünkü gelişmiş ülkelerde salgın hastalıklara karşı koruyucu
önlemler alınmıştır. Bunların başında aşılar gelmektedir. Geri kalmış ülkelerin
aşı üretme veya satın alma gücü olmadığı için kaderlerine mahkumdurlar.
Salgınların bir çoğunun sebebi
çeşitli nedenlerle gerçekleşen göçlerdir. Vaktiyle Asya'dan Avrupa'ya yayılan
veba salgınları yüzünden milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Ölüm
vakalarının çokluğu yüzünden bu hastalığa "kara veba" adı
verilmiştir.
Yaşlı dünyamızda her geçen gün yeni
salgın hastalıklar çıkmaktadır.
Bunlardan birisi de insanları kırıp geçiren AIDS'dir. Kırk milyon insanın
ölümüne neden olan AIDS hastalığı, geçmişi çok eskilere dayanmasa da, insanlığı
derinden etkilemiş, korku, endişe ve paniğe neden olmuştur. HIV adı verilen
virüsün yol açtığı bu korkunç hastalık birçok insanı hayattan koparmıştır.
Bağışıklık sistemine nüfuz eden HIV, vücudun enfeksiyonlara karşı direncini yok
edip kişiyi hastalıklara karşı savunmasız bir hale getirerek ölümlere kapı
aralamıştır. Cinsel yolla da bulaşabilen bu tehlikeli hastalık,
insanların korkulu rüyası hâline gelmiştir.
Geçmişte yaşanan salgın
hastalıklardan biri de İspanyol gribidir. Bu hastalık kısa zamanda yayılarak
insanların hayatlarına kastetmiştir. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı yıllarında
etkili olan bu korkunç hastalık, bu dehşetli savaşı bitiren bir etken
olmuştur.
Grip deyince 2009 senesinde
yayılmaya başlayan domuz gribi de akıllara geliyor. H1N1 virüsünden kaynaklanan
bu hastalık binlerce insanı hayattan koparmıştır.
Modern bir çağda yaşamamıza rağmen
geri kalmış ülkelerde salgın hastalıklar hâlâ insan hayatını tehdit
etmektedir. Tıptaki baş döndürücü
gelişmelere rağmen fakir ülkeler bu yeniliklerden mahrum bir hayat yaşadıkları
için salgın hastalıklarla boğuşmaktadırlar. Bu durum yaşam kalitesini ve iş
verimini düşürmektedir. Onlara yardım etmek borcumuzdur.
İklim
Krizi Yahut Toprağın Feryadı
Günümüzde insanlar dünyayı kendi çıkarları için hoyratça
kullanmaktadır. Kısa zamanda, en az emekle daha çok kazanmak isteyen servet
oburları dünyayı adeta bir çöplüğe çevirmektedir. Küresel dev şirketler korkunç
rekabet yarışı içerisinde gözü dönmüş bir hâlde her şeyi yapabilmektedir. Küresel şirketler bu yolda her şeyi mubah
görmektedir.
Günümüzde
yaşlı ve yorgun dünyamızda ciddi bir iklim krizi yaşanmaktadır. Fakat dünyayı
yöneten güçler bu gerçeği görmekten çok uzaktır. Onlar ölüm kalım mücadelesi
veren tabiatın yürek yakan feryatlarına kulaklarını tıkamışlardır. Onların gözleri vardır ama bu acı tabloları
görme yetisine sahip değillerdir. Onlar ceplerini doldurmanın derdindedir.
Bugüne
kadar iklim kriziyle ilgili birçok rapor hazırlansa da bu raporlar
doğrultusunda hareket eden ülkeler bir elin parmaklarını geçmez ne yazık ki.
Türkiye olarak henüz bu olaydan direkt etkilenmediğimiz için yanı başımızdaki
tehlikeyi çok uzaklarda görmekteyiz.
Netice
Yerine Yahut İslâm'ın Esenliği
Dünya,
hasretini duyduğu huzur ve sükûna ancak İslâm'la kavuşabilir. Zira İslâm barış
ve esenlik dinidir. Ahlâkî krizlerden çıkış noktası son ilâhî mesaj olan
Kur'an'dır. Su gibi akan insan kanını durdurmaya muktedir olan yine İslâm'dır.
Çünkü İslâm sevgi ve hoşgörü dinidir.
İslâm'da
kişinin milleti ve milliyeti mühim değildir. Çünkü hepimiz Hz. Âdem'in
çocuklarıyız. Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi'nde belirtildiği üzere "Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine
üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı
tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allahtan
korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok
korkanınızdır."
Ne mutlu İslâm'ın esenlik ikliminde dünya hayatı
karşılığında cenneti satın alanlara!